Tarih ve Şiirin Buluştuğu Nokta

NE YAPALIM?

–İslâm’ın şartı kaç?

–Beş…

Kelime-i şahâdet, beş vakit namaz, Ramazan orucu, zekât ve hac…

Aslında İslâm’ın şartı değil de temel esasları, ana sütunları demek daha uygun.

Hadîs-i şerif de “İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir.” der ve bu beş maddeyi sayar.

Dinimiz, bu beş esastan ibaret değil. Nasıl bir bina ana sütunlardan ibaret değilse…

O ana sütunlara bağlı nice yan unsurlar vardır.

Bu bağlantıları kuran bir prensip:

ما لم يتم الواجب إلا به فهو واجب

“Bir farzın tamamlanması, neyi zarurî olarak gerektiriyorsa, o şey(ler) de farz olur.”

Bu aklın ve mantığın da gereğidir.

Medeniyetimizin de temelidir.

Namaz, abdest gerektirir. Abdest de su… Günde beş vakit, abdestli olması gereken fertlerin suya her zaman ulaşabilecek tertibatlar almaları elzemdir. Bunun toplum, şehircilik, devlet plânında da yansımaları olacaktır. Müslümanın suya ihtiyacı sadece abdest ve gusül için değil, necasetten taharet, yani mekânını, vücudunu ve elbisesini temizlemek için de olacaktır.

Bu sebeple Su Medeniyeti’dir bizimkisi. Çeşmeler, kanallar ve sarnıçlar için büyük vakıflar tesis edilmiştir.

Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hatun, Arafat’a su kanalı inşâ ettirmişti. Kanunî devrinde bu kanalın tamire muhtaç olduğunu öğrenen Mihrimah Sultan da mücevheratından yüklü bir meblâğ sarf ederek, bu kanalı Mimar Sinan’a tamir ettirdi.

Böyle iken, namlı İslâm düşmanı Turan Dursun, bir kitabının adını, «kulleteyn» koymuştu. Su medeniyetini kaybetmiş, suyla alâkalı vazifelerini unutmuş, aynı suyun başında hem abdest alıp hem abdest bozan insanların manzarasını sunarak İslâm’ı tahkir ediyordu. Cehâlet ve acziyet…

Namazın şartlarından biri de setr-i avrettir.

Yani elbise giymek. Bir müslüman gibi giyinmek. Müslümanca bir giyim endüstrisi… Birçok anneler, piyasada kız ve erkek evlâtları için uygun, bol, dökümlü elbise bulamamaktan yakınıyor. Diğer tarafta ise, bakılsa, o dar, biçimsiz, edepsiz kıyafetleri üretenlerin çoğu da bizim insanımız. Fakat işin lokomotifi değil, vagonu olduğumuz için, talebi de arzı da belirleyemeyen, güdülen topluluklar oluyoruz.

Namaz kıbleye dönülerek kılınır. O zaman kıbleyi tayin edecek bilgi sahibi insanlar yetişecek, yetiştirilecek.

Namazın beş vakti de gözlem ve takvim gerektirecektir. Tarih boyunca da cami etrafında güneş saatleri, muvakkithâneler kurulmuştur. Günümüzde namaz vakitleri etrafında nasıl bir tartışma içinde bocaladığımızı görmek ne kadar üzücü…

Ramazan orucunun başlangıcı ve bitişi için de hilal gözlenmesi şarttır. Bu da rasathaneyi gerekli kılacaktır.

Kimileri Osmanlı’nın duraklamaya girişini, Rasathane’nin yıkılması olarak gösterir. Kimileri de bunu reddetmeye çalışır. Doğru olan, Rasathane’nin yıkılmasının gerçekten de menfî bir hâdise olmasıdır fakat, buna din değil, cehâlet ve hurâfeler sebebiyet vermiştir.

Zekât ibâdetimiz ise matematik ve muhasebe ilimlerini gerekli kılıyor. Zekât ibâdetini hakkıyla edâ için, iş sahipleri düzgün sayımlar da yapmalılar. Tarihimizde ecdadımızın çok ciddî kayıtlar tuttuğunu görmekteyiz. Bunlar hesabını bilen, kontrolcü, takipçi bir idare anlayışını doğurur. Zamanımızda ise, maalesef resmî dairelerin kayıtları dahî formaliteden öteye geçmemekte.

Zekâtın verileceği şahısların, zekât verilecek sınıflar arasında olup olmadıkları da bir araştırmayı şart kılıyor. Bu da içtimâîleşmek, aramak, sormak yahut da bunları yapabilecek aracı insanları ve müesseseleri var etmek demek.

Hac; müslümanların olduğu her coğrafya ile İslâm’ın kıblesi arasında yol emniyetinin sağlanması demek. Karadan gelen ve deryadan haberdar olmayan Osmanlı’yı Akdeniz’e ve denizciliğe çeken sebeplerden biri, hac gemilerine sataşan korsanlardı. O Osmanlı gemileri Hint denizlerinde bile İspanyollarla mücadele ettiler. Sonra bir yerde film koptu. Şimdi Doğu Akdeniz’de doğalgaz aramak için, müsaade arar vaziyetteyiz.

Korsan demişken cihad emri de gerekli her türlü hazırlığı da yapmayı gerektiriyor. Rabbimiz, bu hazırlığı bilhassa, “düşmana göz dağı verebileceğiniz kuvvet” kaydıyla belirtiyor. (el-Enfâl, 60)

Peygamberimiz de;

“Dikkat edin kuvvet, atmaktır!” buyurarak devrimizin toplarını, roketlerini işaret etmiş. (bk. Müslim, İmare,167)

“Çalışmak ibadettir” deriz ya, şahsının ve bakmakla mükellef olduğun kişilerin ihtiyaçlarını giderebilecek kadar çalışmak da şart.

İslâm’ın temel esasları gibi, temel yasakları da var:

Zinâdan kaçınması gerekiyor bir mü’minin. Bunu ancak evlenmek yoluyla sağlayabilecek olanların, evlenmeleri de bu prensip gereği şart.

Kan, hınzır eti, alkol ve İslâmî usullere göre kesilmeyen etler de haram. İşte devrimizde yaşanan sıkıntılarımız: Pazarımıza, çarşımıza nice gıda maddeleri, ilâçlar geliyor da, biz onlarda haram olan alkol, hınzır eti vb. maddeler var mı yok mu onu dahî tespitten âciz kalıyoruz.

Hâlbuki bu haramlardan kaçınma vazifemiz, bizi gıda hususunda gerekli tedbirleri de almakla mükellef tutuyor. Kimyagerimiz, eczacımız, laborantımız olacak. Fakat lokomotif olacak, vagon değil.

Tebliğ vazifemiz, devrimizdeki bütün neşriyat vasıtalarını İslâm’ın emrine tahsis etmemizi zarurî kılıyor. Peygamberimiz o devirde mektuplar gönderdi. Kabiliyetli ashabına yabancı dil öğrenmelerini emretti.

İslâm’ın bu prensibiyle, o güne kadar ciddî bir devlet kuramamış Hicaz Arapları Afganistan’dan Fas’a, Endülüs’e uzanan dev bir coğrafyaya yayılan muazzam devletler ve muhteşem medeniyetler kurdular. Abbâsî Halîfesi Harun Reşid’in, Karl’a hediye olarak gönderdiği çalar saati, kralın etrafındakiler içinde şeytan var kırmaya kalkmışlardı.

Şimdi ise kolayca acziyete sığınabiliyoruz. Vazifelerimizi terk ederken de;

“Ne yapalım zaruret, Elden ne gelir?!” deyip çıkabiliyoruz.

Hâlbuki, emir ve yasakların yerine getirilmesini «zaruret» bilsek, onların gerektirdiği her şeyi de hazır ederdik.

Şu âyet-i kerîme, anlatmaya çalıştığımız prensibi de içinde bulunduğumuz ikircikli hâli de ne güzel anlatıyor:

“Eğer o münafıklar savaşa çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, davranmalarını kerih gördü de onları evlerinde alıkoydu ve kendilerine;

“–Oturun, oturanlarla beraber” dendi.” (et-Tevbe, 46)

Türkçemizde güzel bir söz vardır:

“Namazda gözü olmayanın, ezanda kulağı olmaz!”

Eğer Rabbimiz’in talimatlarını yerine getirmeye azimli ve kararlı olsak, onun bütün gerekli şartlarını da hazır ederiz. Hiçbir bahaneye sığınmaz, çalışırız.

Akif’in nice şiiri insanımızı bu gayrete getirmek içindi. Onun mısralarını yâd ederek bitirelim:

Kış uykusunda mı geçmişti ömrü ecdâdın?
Hayır, o nesl-i necîbin, o şanlı evlâdın,
Damarlarında şehâmet yüzerdi kan yerine;
Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine.
 
Fakat biz onlara âit ne varsa, elde, yazık,
Birer birer yıkarak kahvehâneler yaptık!
 
Bütün heyâkil-i san’at yetiştiren Şark’ın,
Zemîn-i feyzi nasıl şûre-zâra döndü bakın!
 
Ne hastahânesi kalmış zavallı eslâfın,
Ne bir imâreti, bitmiş elinde ahlâfın.
 
Kanalların izi yok, köprüler harâb olmuş;
Sebillerin başı boş, çeşmeler serâb olmuş!
 
O kahraman babalardan doğan bu nesl-i cebin,
Ne gîrûdâr-ı maîşet bilir, ne kedd-i yemin.
 
Azâb içinde kalır sa’yi görse rü’yâda!
Niçin yorulmalı zâten «ölümlü dünyâ»da?

(İslâmî Hayat, Ocak 2019)

Soner Duman hocanın bu kaideyle alâkalı bir paylaşımı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir