Aşk-ı Mustafâ
Yaratıldı dürr-i yektâ, yedi kat semâdan evvel,
Ve gelince asr-ı rahmet, uzanır şifâlı bir el!
Yüce nûru en mücellâ, bedeniyle en mükemmel.
Ne nasipli bir bahardır, o güzel Rebîulevvel!
O son elçisiydi Arş’ın, okuyordu Arz’a ferman,
Dili bal akan bir ümmî, okunurdu O’nda Kur’ân!
Alıyor bu şânı elbet, O’nu gönderen makamdan,
O’nu seçti çünkü Allâh, O’nu sevdi çünkü Rahmân!
Sönüyor, alevli âteş, yıkılır, sütun ve taçlar!
Göz ucuyla emri kâfî, koşarak gelir ağaçlar,
Niceler doyar tükenmez, bereketlenir kıraçlar,
O Mübâreğin dilinden, buluyor şifâ, ilâçlar!
Yâ Rasûlallah
-Üsküdârî Nasûhî Dede Efendi’ye Nazîre-
Her tahiyyat, Hak Teâlâ’dan selâm,
Kısmetindir yâ Rasûlâllah Sen’in.
Hak katından indirilmiş son kelâm,
Hüccetindir yâ Rasûlâllah Sen’in.
Tam övülmüş hem müsemmâ, hem isim,
Meth-i Hak’tır, hem raufsun, hem rahîm,
Nur kalem hulkun için yazmış «azîm»
Hilkatindir yâ Rasûlâllah Sen’in!
Hakkı haksızdan söküp ihkāk eden,
Kalbi nefsin putlarından pâk eden,
Bedri hattâ ortasından çâk eden
Heybetindir yâ Rasûlâllah Sen’in!
FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ
Âlemlerin Efendisi! «Levlâke» mazharı!
Sâyende indi insana cennet anahtarı!
Mîraçla açtın ümmete ulvî semâları,
Sen’dendir insanoğluna Cebrâilî kanat;
Sonsuz salât-selâm Sana ey Fahr-i Kâinat!
Cehlin avuçlarındaki taşlar selâmlıyor,
Mazlumların gözündeki yaşlar selâmlıyor,
Hicrette Sevr önündeki kuşlar selâmlıyor,
Kurdun gönüller içre, muhabbetle saltanat,
Sonsuz salât-selâm Sana ey Fahr-i Kâinat!
Her çağ Sen’inle asr-ı saâdet yudumlasın,
Her kul peşinde hicreti bir bir adımlasın,
Her gül, cemâl-i pâkini tekrar yorumlasın,
Zîrâ güzelliğin Sen’in, en mûtenâ sanat;
Sonsuz salât-selâm Sana ey Fahr-i Kâinat!
YALNIZ SEN’İNDİR EFENDİM!
Bulut bulut korunur gölgesiz, zarif bedenin;
Melâikeyle yıkanmış sadır Sen’in sadrın!
Muhabbetiyle çıkar Arş’a dek latif bedenin;
Cenâb-ı Hakk’a en âlî hatır Sen’in hatrın!
Yarıldı parmağının bir işâretiyle hemen,
Parıldayan şu mücellâ bedir Sen’in bedrin!
O nûr ayakları öpmek için cenûba giden
Fırat ve Dicle Sen’indir, nehir Sen’in nehrin!
Melekler öfkeye mağlûp kahırlar ister iken;
İnâdı çatlatacak tam sabır Sen’in sabrın!
Cehâletin karasından yüz aklığıyla çıkan,
Saâdet ismine lâyık asır Sen’in asrın!
Muhabbet Yağmuru
Virân oldum bu hasretten harâbım yâ Rasûlâllah!..
«Dahîlek»tir benim her an hitâbım yâ Rasûlâllah!..
Garîbim, hastayım, bîçâreyim, bir tek şifâ Sen’de…
Kabûl et cânı, dinsin ıstırâbım yâ Rasûlâllah!..
Muhabbet yağmurun gönlümde gül-sümbül yetiştirsin;
Sen olmazsan, çorak, ıssız türâbım yâ Rasûlâllah!
Ateşlendim, susuz kaldım firâkın kerbelâsında…
Kerem et kevserin olsun şarâbım yâ Rasûlâllah!…
MEDÎNE’YE…
Yesrib’di ismi, sıtması meşhurdu önceden,
Gönderdi Can Tabîbi’ni, Mevlâ, Medîne’ye…
Kardeş çekişmesindeki mağdurdu önceden,
Gönderdi Gül Habîbi’ni Mevlâ Medîne’ye…
Birden değişti tâlihi, nur yağdı her yere,
Artık bir ismi Taybe’dir, unvan münevvere…
Cân Ahmed’in mekânıdır, elbet, mutahhara…
Yağmakta nûr yağmuru hâlâ Medîne’ye…
Recî Vak’asının Şehidlerinden Hubeyb -radıyallâhu anh-‘ın lisanından;
GETİRSİN NURLU RÜZGÂRLAR…
Sen’in uğrunda can vermek, «deva»mdır yâ Rasûlâllah!..
Cefâ zannetmesin nâdan, «safa»mdır yâ Rasûlâllah!..
Sorar hâin; «Diler miydin Nebî’n olsaydı çarmıhta?»
Ne insafsız, ne gãfil bir meramdır yâ Rasûlâllah!..
Diken yaklaşmasın aslã, mübârek pâ-yi Mahmûd’a…
Canım kurban, fedâ olsun, «dua»mdır yâ Rasûlâllah!..
Bulunmaz böyle müstesnâ muhabbet harcı âlemde;
Delîlin halka ashâb-ı kiramdır yâ Rasûlâllah!
BUGÜN O’NUN DOĞUM GÜNÜ…
Mübârek olsun ey gönül,
Bugün O’nun doğum günü…
Bahârı müjdeler O Gül;
Bugün O’nun doğum günü…
Rebîu’l-evvel on iki,
Pazartesiydi tebriki,
O’nun sevinci bizdeki,
Bugün O’nun doğum günü…
O doğdu; «Ümmetî!» dedi,
Bizim için hep inledi,
Duâsı, kahrı önledi,
Bugün O’nun doğum günü…
O NÛR
Ezelde varlığa nûr olmak üzre doğdu O Nûr!..
Sonunda hâtemiyet sırrı içre doğdu O Nûr!..
«Kün!» emri çizdi O Nûr’un geniş ufuklarını…
Bütün bu varlığa rûh oldu, dehre doğdu O Nûr!..
Perîşan Âdem’e bir O’ndadır ümîd ışığı,
Şefâat ırmağıdır, pâre pâre doğdu O Nûr!..
Temiz, nikâhlı, haram bilmez ak nesillerde…
Nezih alınlara şan, zerre zerre doğdu O Nûr!..
EBEDÎ SİRÂCIMIZ
O beşer içinde tek şah,
Başımızda tâcımızdır!..
Ezelî muhabbetullah,
Ebedî revâcımızdır!..
Sözü, ilm ü mârifette,
Gözü, afv u mağfirette,
Doğumunda… âhirette…
O bizim duâcımızdır!..
Gülüverse ah bir anlık,
Dağılır gider karanlık,
Nitekim Nebiy-yi Sâdık,
Ebedî sirâcımızdır!..
HİDÂYET ELÇİSİ
-Leb Değmez Na‘t-ı Şerif-*
Lisânı, ayn-ı sadâkat Hidâyet Elçisi’nin…
Edâsı tâc-ı nezâket Hidâyet Elçisi’nin…
Hatâsı zerre kadar zelledir ki sildi İlâh,
Dehâsı, tâk-ı risâlet Hidâyet Elçisi’nin…
Tecelliyâta liyâkatle Sidre’den geçti,
Açıldı aşkına cennet, Hidâyet Elçisi’nin…
Salât-ı Hak ile Allah katında kadri ayan,
Likāsı Arş’ı ziyâret Hidâyet Elçisi’nin…
İNCİNMEDİ İNCİTMEDİ…
Ulvî sanatın O’ndadır en hârikası,
Hilmin ne büyük zirvesi, af şâhikası,
Ukbâda şefâat, bir O’nun fârikası,
Bilcümle kemâlâtına, bir cümle, veciz!
İncinmedi, incitmedi Peygamberimiz!
SEN GELDİN EFENDİM
Geldin başımın tâcı, gönül tahtı Sen’indir,
Cennette maiyyet, Sen’i gerçek sevenindir
Geldim nice hicranla, kabûlünle sevindir…
Hasretle yanan dostu sevindirmeye geldin…
Sen merhametin zirvesi, tüm varlığa rahmet…
Gölgen bile düşmez yere vermem diye zahmet…
Vuslatta niyâzın; «Ne olur yanmasın ümmet!..»
Rahmetle gazab nârını söndürmeye geldin…
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- isminin tefekkürüyle bir naat…
ADI ÜSTÜNDE…
Yüce Mevlâ O’nu gösterdi cemâlin sorana,
Yüce Mevlâ O’nu gönderdi celâlin sorana,
Tercümân oldu, Rasûl oldu O kul Rahmân’a…
Adı üstünde «Muhammed»dir O pek çok övülen,
Hakk’a mahbub ta ezelden ebediyyen sevilen!..
Şân-ı Peygamber’i anlatmaya bir harf kâfî!..
«Ve rafa‘nâ leke zikrak!»1 O muhâtab «kâf»ı,
O’nun ahlâkı, temiz kalbi Kitâb’ın zarfı!..
Adı üstünde «Muhammed»dir O pek çok övülen,
Hakk’a mahbub ta ezelden ebediyyen sevilen!..
YANIK GÖNÜL MUZAFFER YÜREK
İmbat veren güneş, kavurur çöl alanları,
Nûruyla kör eder ona dik dik bakanları…
Güller ve lâlelerle müzeyyen şu bahçenin,
Ardında bin mücâdele, ıslāh olan zemin…
Putlar kırıp da tevhidi inşâ eden Rasûl…
Mâhî’dir ismi, zâlimi imhâ eden Rasûl…
Tamamen âyetlerden ilhamla bir naat:
TERCÜMÂN-I HAK
Cihâna emreder Rahîm:
Rasûl’e ilticâ edin!..1
Bu şartladır muhabbetim;
Habîb’e ittibâ edin!..2
O Gül’den öğrenin sözü,
O Cân’a benzetin özü,
O Nûr’a döndürün yüzü,
Temiz ve pür ziyâ edin!..3
O Nûr’a etmeyin ezâ,4
Edepte etmeyin hatâ,
Gürültü etmesin sadâ,
Pür ihtiram nidâ edin!..5
Peygamber Efendimiz’in mübârek ism-i şerifleri «Muhammed» -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ebced hesabıyla 92’ye tekabül ettiği için; bu rakam, Efendimiz’in bir mânâda remzi olmuştur. Nitekim Yaman Dede;
«Aman!» lafzı Sen’in ism-i şerîfinle müsâvîdir,
Onunçün âşıkın zikri «Aman!»dır yâ Rasûlâllah!
diyerek, bu remze latif bir işarette bulunmuştur. Bu nükteden ilhamla kaleme alınan bu şiirde, tırnak içerisindeki kelime veya terkipler, 92 rakamını vermektedir. Son mısrada da ümmet ve Tâlî kelimelerinin aynı ebced değerine (441) sahip olduklarına işaret edilmiştir.
Gül Habîb-i Vedûd
“Li«yâbudû»n” emrine,
Sen’sin «Yegâne edâ»
«Secden» şükürde yine,
Sen «Ey Nebiyy-i Hayâ!»
«Bâb-ı levlâk»tir kapın;
Sen «yâ bâbe hubbillâh!»
Sen’sin ki «o pâk bâtın»
Seveni, sever Allah…
Kâinâtın «anlam»ı,
Ahlâkın «ikmâl»isin.
Getirdin Hak kelâmı;
Sen «âgâh dellâl»isin,
Hicret yolundaki “Lâ Tahzen! İnnellâhe Maanâ!” ifadesinden mülhem:
ALLAH BİZİMLEDİR!
Yalnız örümceğin ağı kalmıştı mânia,
Mahzun Ebûbekir: Görülürlerse fâcia!..
Arş’ın son elçisiydi O rahmet alâmeti,
Kast eylemek o câna, kopartır kıyâmeti!..
Hissetti Hakk’ın Elçisi, Sıddîk hüzünlenir;
«Dostum Ebûbekir» dedi «Allah bizimledir!»
Merhum Ali Ulvî KURUCU’nun Na‘tına Terbî‘ YÂ RASÛLÂLLAH!..
Kararmış kalbe ümmîd-i ziyâsın yâ Rasûlâllah!..
Şefîu’l-müznibîn, engin sehâsın yâ Rasûlâllah!..
Habîb-i Kibriyâ, bâb-ı recâsın yâ Rasûlâllah!..
Muhammed Mustafâ, Hayru’l-verâ’sın yâ Rasûlâllah!..
«Fetardâ»* bahşı ey kandil, Sen’in şânında va‘d oldu,
Ezan, kāmet, şahâdetlerde nâmın Hak’la yâd oldu,
Tecellâ-yı cemâlinden elestin bezmi şâd oldu;
Dil-i mecrûh-i uşşâka şifâsın yâ Rasûlâllah!..
Naatlardaki övücü dili tenkit eden selefî anlayışı tenkit:
NA‘TLARDAKİ TEVHİD
Na‘t; bir ümmetin Peygamber’ine olan muhabbet, hürmet ve vefâ ilânıdır. Bu samimî, heyecanlı ve coşkulu eserler; milletimizin de gönlünde âdeta taht kurmuştur. Kimi beste beste kulaklarımızın ve kalplerimizin pasını silerken, kimi bir hat levhası hâlinde gözlerimizin îmânını pekiştirmiş, zevkini okşamıştır.
Fakat nedense, medeniyetimizin bu güzîde eserleri, kimisini de rahatsız ediyor.
Bir serbest şair; “Kimi fukarâ şairler dahî söze; «Övgü Allâh’a mahsus!» diye başladıkları hâlde; salevatla analım derken Sen’i, öyle övdüler ki…” diye devam eden çalışmasında, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yazılan na‘tların -hâşâ- yeni bir ilâh tasvirine kadar işi vardırdığını iddia etmiş.
Bir edebiyat tarihçisi de bu serbest şiiri merkeze aldığı yazısında, aynı îkazı sürdürmüş. Uzunca yazıda gözler örnek arıyor. Acaba Peygamber’i -hâşâ- tanrı tasviriyle ortaya koyduğu iddia edilen şiirler hangileri? Hiçbir misal yok. Fakat takrîben 4-5 puntoluk bir dipnotta; «Delâil-i Hayrat Şerhi Kara Dâvud ve Kadı İyâz’ın Şifâ-i Şerîf adlı eserlerini görmek kâfîdir.» deniliyor.
İslâm âleminde çok büyük teveccüh görmüş bu iki eserden biri, salât ü selâmlardan müteşekkil.
«SÖZ MEYDANI»NA TERBÎ*
Cihân O Dürr’e sadef oldu kün fekân olalı,
Felek O Nûr’u tavâf etti âsumân olalı,
Zamân O Gül gibi gül görmemiş zamân olalı,
Gülün güzelliği dillerde dâstân olalı.
Görünce gözler o ummânı, hiç bakar mı göle?
Kerem saçan eli tutmuş gönül, bakar mı ele?
Ne serve bakmadadır şimdi gözlerim ne güle,
O şîvekâr bu kāmette nev-civân olalı.
Aynı şiirin şerhi:
Yahya Kemal’in Gönül Dünyasında; GÜL’ÜN GÜZELLİĞİ
Yahya Kemal, bu kültür ve medeniyet anlayışı içinde, annesinin; «Sev!» dediği Efendimiz’e de bir na‘t yazacaktı. Fakat klâsik bir gazel tarzında… İçinde serpiştirdiği bazı mazmunlar ve bazı dostlarına fısıldadığı ifadeler, bu gazelin Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’ne yazıldığının delilleri.
Kültürümüzde birçok eser gibi, şiirlerin de şerh edilme geleneği vardır. Devrimizde zengin Türkçemizle yazılmış eserlerin anlaşılması için de bu şerh geleneğini diriltmeye ihtiyaç var. Bu vesileyle bu gazeli şerh edelim:
Zamân O Gül gibi gül görmemiş zamân olalı,
Gülün güzelliği dillerde dâstân olalı.
“Zaman yaratıldığından ve gülün güzelliği dillerde destan olduğundan beri, zaman; Rasûlullah gibi bir gülü görmemiştir.”
M. Akif’in On Dört Asır Evvel adlı naatinin şerhi:
DÜNYÂ NEYE SÂHİPSE, O’NUN VERGİSİDİR HEP!..
28 Ağustos 1928… Bir mevlid kandiliydi.
Mehmed Âkif, Mısır’da bir nevî sürgün hayatı yaşamaktaydı. O velûd şair, onu Mısır’a süren inkisârın tabiî bir neticesi olarak, bu döneminde pek az eser kaleme alabilmişti. Fakat bu mevlid kandilinde Efendimiz’i anlatmak istiyordu. Kumdan sahrâlarda ve zamanda hayalî bir seyahate dalarcasına on dört asır evveline gitti:
On dört asır evvel yine bir böyle geceydi.
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
“Levlâke…” rivâyetinin şair vicdanlarında yansıması:
SEN OLMASAYDIN…
Hazret-i Mevlânâ bizleri şu tefekküre davet ediyor:
“İki dünya, bir gönül için yaratılmıştır! «Sen olmasaydın, Sen olmasaydın bu kâinâtı yaratmazdım!..» ifadesinin mânâsını iyi düşün!..”
“Levlâke levlâke…” ile başlayan meşhur söz, sûfîlerin eserlerinde bir kudsî hadis olarak rivâyet edilse de, kaynağı bulunamıyor. Ona yakın;
“Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olmasaydı, ey Âdem, seni yaratmazdım!” rivâyetini ise Hâkim’in Müstedrek’inde buluyoruz. Bazı hadis âlimleri, cerh ve tâdil bakımından bu rivâyeti de tenkit ediyorlar.
Hazret-i Peygamber’in muallim oluşu irtibatıyla, naatlardan beyitler:
EY KALEM HAYÂ ETMEZ MİSİN?
Evet o öğretmenlik sanatında zirveyi tutan bir muallimdir. Sanatkârın eseri sanatında görülür. Ashâb-ı kiram, O Mükemmel Mürebbî’nin şahitleridir. Na‘tlerde çâr-ı yâr-ı güzîn (dört halîfe) bilhassa bu açıdan zikredilir:
Sıddîk Ebûbekir gibi, Fârûk Ömer gibi,
Osmân-ı pür-hayâ gibi, nûreyn sâhibi,
Kerrâr-ı Murtazâ gibi, irfân tâlibi,
Ashab bıraktın ardına doksan dokuz kırat;
Sonsuz salât selâm Sana ey Fahr-i Kâinat! (Tâlî)
Onlar, kendi güzellikleriyle cezbettikleri insanları, O Mürşid’in kapısına götürdüler.
“Velîsi böyle mükemmel olan dînin, Nebîsi kim bilir nasıldır?” dedirdiler.
Ya bugün? Biz kimin talebeleriyiz?
İslâm’ı doğru düzgün temsil edemeyen bizler? Birbirimizin boğazına çökmüş kitleler? «Allâhu Ekber!» diyerek müslüman katleden müslümanlar, kimin talebesi?
Biz ne biçim talebeyiz?
Enbiyâ, 107’inci âyetin tefsir ve edebiyata yansımaları:
Rabbü’l-Âlemîn’in Âlemlere Rahmeti RAHMETEN Lİ’L-ÂLEMÎN…
Âlemlere Rahmet ifadesinden; bütün kâinatı, bütün varlığı anlıyoruz. Âlemler ifadesi, Arap dilindeki bir kural gereği; ancak (insan, melek ve cin gibi) akıllı, şuurlu varlıklar için kullanılır. Fakat, Kur’ân’da her şeyin Hakk’ı tesbih ettiği, O’na secde ettiği ve benzeri ifadelerden; âlemler ifadesinin, bütün mahlûkat olarak anlaşılması mümkündür. Efendimiz, insanlara olduğu gibi, cinlere de gönderilmiştir. Rasûlü’s-Sekaleyn unvânı bu hakikatin ifadesidir.
Efendimiz’in rahmeti, âlemlere şâmildir. Ağlayan hurma kütüğünden, sahibinden sızlanan develere kadar cümle mahlûkat O’nun mazhar olduğu ilâhî rahmetin kanatları altına girmiştir.
Mevlid Kandili Şiirleri, Na’tlar, Naat Açıklamaları…
Kenan Erdoğan için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et